Ken Robinson’un 2006 yılında yaptığı TED konuşması, aslında herkesin bildiği bir meseleyi ele alıyor. Ancak anlattığı hikâyeler ve verdiği örnekler öyle çarpıcı ki yaratıcılığın sadece okullar tarafından değil, neredeyse her kişi, kurum ve kuruluşça baltalandığı ülkemizde, her şeye rağmen yaratıcı olmaya çalışanlara belki küçük bir destek olur.
Bugünkü eğitim sisteminde başınıza gelebilecek en kötü şey hata yapmaktır. Ancak şunu herkes bilir; hata yapmaya hazır değilseniz, asla orijinal bir şey üretemezsiniz. Picasso’nun çok inandığım bir lafı vardır: ‘Tüm çocuklar sanatçı doğar. Mesele büyüdüğün zaman sanatçı kalabilmektir.’ Çocuklar yetişkinliğe geçince hata yapmaktan korkar hale geliyor ve yaratıcılıklarını kaybediyor. Aslında doğuştan gelen yaratıcılık eğitimle yok ediliyor.
Ken Robinson eğitim üzerine çalışan bir yazar ve danışman. Türkçe altyazısı bulunan yirmi dakikalık konuşmasının başında, daha beş yıl sonra dünyanın nasıl bir yer olacağı konusunda kimse net bir şey söyleyemezken, okulların çocukları bilinmeyen bir geleceğe, artık çok eskimiş yöntemlerle hazırlıyor olmasının tehlikelerine dikkat çekiyor.
Kamu eğitiminin amacı herkesi profesör yapmak. Onlara saygı duyuyorum, ben de üniversitede profesörlük yaptım, ama bu sadece bir hayat biçimi. İnsanlığın vardığı en üst nokta değil… İnsanları akademik olarak eğitmeye öncelik veren bu sistemin kökeni 19. yüzyıla dayanır. O zamanın en büyük amacı ise sanayi devriminin ihtiyaçlarını karşılamaktı. Şu anki eğitim sistemi, insanları tamamen üniversiteye hazırlayan uzun bir maraton gibi. Sonuç olarak, birçok olağanüstü yetenekli, akıllı ve yaratıcı insan, öyle olmadıklarını düşünüyor. Çünkü okulda iyi oldukları şeylere değer verilmiyor ya da yetenekli oldukları alanlar dışlanmalarına neden oluyor. Bu düzenin değişmemesi halinde, bence insanlığın kaybedeceği çok şey var.
İngiltere’den Los Angelas’a taşındıktan sonra, eğitim sistemlerinin her yerde aynı konulara öncelik verdiğini fark etmiş. İlk sırada her zaman matematik ve dil, sonra beşeri bilimler ve en sonda da sanat. Sanat dalları arasında da benzer bir hiyerarşi olduğunu, resim ve müziğe, drama ve danstan daha çok önem verildiğini belirtip soruyor: Dünyada çocuklara şu anda matematik öğrettiğimiz gibi her gün dans etmeyi öğreten bir okul yok. Neden yok?
Konuşmasının sonlarına doğru, dünyaca ünlü Kediler ve Operadaki Hayalet müzikallerinin koreografisini yapan efsanevi dansçı Gillian Lynne’in dansa başlama hikâyesini anlattığı kısım, her şeyin bakış açısında yattığını çok iyi vurguluyor.
1930’lu yıllarda okul yönetimi Lynne’in ailesine “kızınızın öğrenme bozukluğu olduğunu düşünüyoruz” diye bir yazı göndermiş. Sekiz yaşındaki Gillian kıpır kıpırmış, yerinde duramıyor ve derse konsantre olamıyormuş. “Bugünden bakınca, belki çocuk hiperaktiftir diye düşünebiliriz, ama daha 1930’lu yıllarda hiperaktivite icat edilmemişti”, diye belirtmeden geçmiyor Robertson. Annesi de tutup kızını bir uzmana götürmüş. Yarım saat kadar küçük kızın okuldaki problemleri üzerine konuşmuşlar. Sonra uzman “biraz yalnız konuşalım” diyerek, anneyi odadan dışarı çıkarmış ve küçük kızı odada yalnız bırakmış. Ancak çıkarken radyoyu açmış. Annesine camdan kızını izlemesini söylemiş; daha bir dakika geçmeden, Gillian kalkıp radyodaki müzik eşliğinde dans etmeye başlamış. Ve uzmanımız teşhisi koymuş: “Kızınız hasta değil, o sadece bir dansçı. Siz en iyisi onu bir dans okuluna yazdırın”. Ailesi de yazdırmış. Efsanevi müzikallerin koreografisini hazırlayan, dünyaca ünlü ve hayli zengin bir kadın, dansa işte böyle başlamış. Robertson diyor ki “bugün bu kız bir uzmana götürülseydi, belki de hiperaktif teşhisi koyulacak ve ilaçlarla yatıştırılacaktı.”
Ken Robinson’ın standartlara dayanan fast-food tipi eğitim modelinden, doğal yeteneklerin gelişmesine müsait bir ortam sunan, kişiselleştirilmiş, “zirai” bir eğitim modeline radikal bir geçiş yapılması gerektiğini savunduğu ikinci TED konuşmasına kulak vermek isterseniz: Öğrenme Devrimi Başlasın!